Bir Salgının Külünü
Yeniden Yazmak!
Tanıdığımız, tanımadığımız birçok insanın “kürese-kitlesel ölüm”üne tanık olduk.Yaşadığımız süre içinde, en büyüklerimiz, ömürleri uzun olsun en yaşlılarımız dışında küresel bir savaşa tanık olmamıştık. 2. Dünya Savaşı’na doğanlar da, hem onun yıkımını bilemeyecek kadar küçüktü; hem de o cehennemin orta yerinde ondan uzak durmayı başarabilmiş bir ülkedeydi.
Kolerayı gördük, veremi, hatta dünyada kaybolmaya yüz tutan cüzamı. Aşılar olduk ve o sayede bulaşıcı hastalıklar tanıdık; bazen sadece adını, bazen yatağa düşürüp bağışıklık kazandıranını. Çiçek, kızamık, kızıl, kabakulak, boğmaca, kuduz, tifo vd. Ölenleri de duyduk ama belki tek tek.Doğduğum yıl, 1957, dünyada 1 milyondan fazla can alan “Asya Gribi” salgını varmış. Ne bebek olarak bilebilirdim, ne sonradan öğrenebildim.
1968, Galatasaray İlkmektep’te son yılımız. Ortaköy’den mezuniyet. İlkokulun da veda yılı. Ortaköy’ün “yetiştirici” kalması. Galatasaray Lisesi’nin “modern” hesaba göre 100’üncü Yılı. O yaz patlayan “Hong Kong Gribi” de dünyada 1 milyondan fazla can almış. Bilmiyorduk ki.Mutlaka şehrimizde, köyümüzde ölenler de var. Salgın var ama TV yok, internet yok, böyle haberler yok, istatistikler yok. 68’in coşkuları var. İsyan, öfke, umut, Ay, Prag Baharı, 12 Mart’a çeyrek kala.
Sonra?
AIDS, Ebola, SARS?
Ah evet, SARS… 2003. Diğer adı SARS Cov-1. Coronavirüs. 1960’ların başında keşfedilen virüs.SARS Cov-2 ile tanışana kadar, bilmediğimiz “Taçlı Virüs.” Covid 19 adıyla 2019’a modellenen ama aynı, 2019’da imal edilen otomobillerin 2020’ye modellenmesi gibi, otoyola 2020’de çıkıp her yere ulaşan, her köşeye çarpan virüs.Önce uzaktan izleyerek, sonra küçük endişeler, hatta esprilerle, derken korkular ve yasaklarla, hızla kayıplar ve acılarla hayatımıza ve ölümlerimize giren Corona!Aralık ortası İstanbul’a veda etmiştik. Artık İzmirliydik. Boğulmuş gazeteciliği bırakmıştım. Belgesel metinleri yazıyordum. Biri Bodrum üstüneydi; ama o “tatil beldesi”ni Çanakkale, Mütareke, İşgal ve İstiklal ile bütünleştirerek. Biri de bir tıp hikayesi: Türkiye’de Radyasyon Onkolojisi Tarihi.O bana çok uzak, çok özel konunun ve tarihinin içine girdikçe, bağlantıları, rastlantıları keşfetmeye başlamıştım. Tıbbın başka türlü bir tarihini.
Ve tam o sıra “Pandemi” geldi.
Sosyal medyada kendi çektiğim fotoğraflara kısa yazılar, öyküler, kurgular katıyordum. Onlar “Corona”ya döndü. Sınırları kapatan dünyada, sınırları tanımayan bir virüs yüzünden aslında hemen herkesin kaderi ve kederi ortak hale gelmişti. Dünyanın her yerine o merakla bakmaya başladım.Derken güncel bir vakadan yola çıkıp salgınlar, kişiler, yöreler, ülkeler, asırlar içinde bir o yana bir bu yana dolaşmaya koyuldum.
Bir asır önceki İspanyol Gribi neredeyse Corona’dan daha çok etkiledi beni. 1918-20’deki üç dalga küresel salgın ve kitlesel kıyım; dünyanın savaşına, dünyanın yıkımına, dünyanın ölümüne, altüst oluşuna, devrimlere, karşı devrimlere, ayaklanmalara, ateşkese, imparatorlukların parçalanmasına, işgallere, İstiklal Savaşı’na, Versailes dayatmasına, faşizmin ilk adımlarına eşlik etmiş, neredeyse hepsini etkilemiş, hepsinden daha fazla insan hayatına mal olmuş ama sanki hiç vuku bulmamış gibi davranılmıştı.
Ölü sayısı öyle günlük tablolarla değil, yıllar yıllar sonra 50-100 milyon diye, yani 50 milyon insanlık bir “yanılma payı”yla belirlenmişti. En çok 20-40 yaş arasını, hamile kadınları öldürmesi, sadece ateşkes ve zoraki barışın şartlarını değil, muhtemelen geleceği kuşak kuşak da belirlemişti; gelecek kuşakların hayata bakışını da, bedenlerini ve ruhlarını da.Batı’da bile ortalama ömrün 40 yaşa düştüğü bir dönem işte!İspanyol Gribi zihnimde ve merakımda Corona’yı şiddetlendirdi. Sonra günlük, her gün sıfırdan bulup yazdığım “yaşanmış hayat ve ölüm hikayeleri”nde bağlantılarla dolaşmaya başladım.
Derken kitap önerisi geldi. Her biri üstünde çalıştım, genişlettim, yenilerini ekledim. 300 sayfalık bir kitapta 45 öykü, kat kat fazlasını bulan öykü içinde öyküler, 1000 kadar isim buluştu.“Senin Adın Corona Olsun” kendi adını kitabın son öyküsündeki June Almeida’dan, Corona’nın adını koyan olağanüstü bir kadından aldı.
Haksızlık etmeyeyim. Kitaptaki ana aktörlerin neredeyse hepsi olağanüstü kişiler ya da olağanüstü olayların kitlesel kahramanları ve kurbanları zaten. Sadece salgınlar bağlamında değil, insanlığın her türlü macerasıyla.Bunlarla haşır neşir olunca, ikinci hatta üçüncü dalganın geleceğinden daha 2020 Nisan ayında emindim. Çünkü emin olan, bu salgınların ruhunu bilenler zaten emindi.
Sunuş’ta da andığım Laurie Garrett’ın “The Next Plague” kitabını 1996’da okuyup o dönemde makalelerde kullanırken, bir gün büyük bir salgının geleceğinden de emindim. Ama unutmuşum sonradan.Her şeyi bildiğini sananlar ile her şeye hakim olmak isteyenlerin dünyasında, görünmeyen bir virüs sanki hepsinin güçsüzlüğünü, en kudretlilerin bile kofluğunu ispat için pusuda beklermiş.Cehaletimiz ve dünya ile insanlığımızı yağmalayan düzenlerimizin halini ispat için.Bize, başka türlü kahramanları da tanıtmak veya hatırlatmak için.“Yeni Normal” diye bir şey uydurup sadece bildiğimiz o bayat hayatı özler hale gelmemiz için!Kitapta salgınların arasında dolaşırken, savaşların, devrimlerin, yenik devrimlerin, faşizmin, Kurtuluş’un, casus hikayelerinin, sahtekarların, filmlerin, dizilerin, kitapların, tabloların, sanatçıların, ırkçılığın ve onunla savaşanların arasında da kaldım. Okuyan da öyle kalacak ama sever mi sevmez mi, bilemem tabii.Vaktinizi çok almazsam, kitabın “Sunuş”undan birkaç alıntıyla bitireyim:
Elinizdeki bir tarih kitabı değil, ama tarihten koparılıp başka başka türlübirleştirilmiş sayfalar var. Elinizdeki bir hikâye kitabı değil, amabirbirini kovalayan, bir diğeri içine geçiveren öyküler var.Elinizdeki bilimsel bir kitap değil, ama bilime, araştırmaya, meraka, buluşa saygı var.Elinizdeki kitapta umutsuzluklar da var, umut da. Hayaller ve hayal kırıklıkları
- Korku ve cesaret, iyi ile kötü, çaresizlik ile çözüm, teslimiyet ilemücadele var. Her şeyden önce insanlar var. Kimi yeterince bilinen, kimiunutulmuş ya da kaybolmuş, kimi sessizce geçip gitmiş. Daha ziyade, insanhayatları için hayatlarını ortaya koyan insanlar da. Elbet, kendi hayatlarıylainsan hayatı alanlar da!..…Bunların bazen arka planında ama sık sık en önde, en ortada, hepsininüzerinde temel oyuncu ve hatta tarih yapıcı olarak salgınlar, hastalıklar var.Bazen, milyonları yok eden ve hayatta kalan milyonların da kaderini etkileyen salgınlar; bazen bir tek kişinin ölmesi veya kurtulmasıyla tarihte bazınehirlerin yatağının veya akışının değişmesine sebep olmuş hastalıklar…
… Dark dizisi ve orada başlama vuruşunu yapan Einstein’in o meşhur sözündeki gibi biraz.Dark’ı izlememiştim. Einstein’ın tavsiyesiyle izlemeye başladım! Ve buradakiöyküler yüzünden belki, beklediğimden çok sevdim, daha önce düşünebileceğimden farklı anlamlar yükledim.Dark’ta ve çok sayıda yerde, Albert Einstein’in şu sözü amentü gibiydi:
“Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki farklılaştırma, inatla kalıcıhale gelmiş bir illüzyondan ibarettir.”Zamanın içinde ve ötesinde, zamanın felaketleri ve umutları arasındayolculuk etmiş bir adamın, zamanın yanılsamalarına dair sözü zamansızlaşmış, bağlamsızlaşmıştı:
Öyle ya, ne için, ne zaman söylemişti bunu? Açıkçası, sevdiği birinin ölümünden hemen sonra ve kendi ölümünden hemen önce!
Yoldaşı, belki de onu Einstein yapan yolculuğun en önemli şahsiyetlerinden İsviçreli İtalyan Michele Besso 15 Mart 1955’de ölmüştü. Ve üzgün Einstein onun üzgün ailesine tesellisini şöyle yazmıştı: “Şimdi bu acayip dünyadan kalkıp benim az uzağıma gitti. Bu nedir ki. Bizim gibi fiziğe inananlar bilirler ki; geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki farklılaştırma, inatla kalıcı hale gelmiş bir illüzyondan ibarettir.”Bunları Besso’nun ölüm haberi ardından yazan Einstein, “yakın gelecek”te bile ne olacağını bilmiyordu! Bilmiyor muydu?
Hepimiz biliyoruz aslında!
Birisi öldüğü zaman, ölümü bizim gelecekteki düşüncelerimizi ve halimizide belirler. Ölüm sadece geçmiş değil, bizzat kendi geleceğimizdir zaten. Ne kadar uzak ve yakın olduğu sadece araya kattığı ve hepsi “geçmiş olmuş” şimdiki zamanlar ile geçmiş-gelecek zamanların toplamı kadardır.
O da illüzyon olabilir tabii!
Einstein, arkadaşının ölümü üzerine o meşhur sözleri de içeren mektubu yazdıktan 33 gün sonra öldü! Einstein 7 yıl önce de ölebilirdi. Ona çok özel bir ameliyatla o 7 yıllık ömrü kazandıran doktor da, Einstein’in 1933’de bir devletten ricası sayesinde yurtdışına gitmese, daha da önceden ölmüş olabilirdi!
Profesör Rudolph Nissen, aslında daha Birinci Dünya Savaşı’nda, henüz tıbbı bitirmeden sağlıkçı olarak gönderildiği cephede ağır yaralandığında ölmüş olabilirdi! Savaşta ağır hasar alan ciğerlerine rağmen 85 yıl yaşayacak, Berlin Charite’de “Batı’da ilk başarılı pnömonektomi ameliyatını yapan cerrah” larak tıp tarihine geçecekti. Ciğerleri hasarlı adam; ilk kez bütün bir ciğeri alarak, kaza kurbanı 12 yaşında bir kıza ömür katmıştı.
O tarihi ameliyattan iki yıl sonra, Einstein’ın da ricacı olduğu süreçte, 1933’de yeniden yapılanan İstanbul Üniversitesi’ne ve Türkiye’ye gelen bilim insanları arasındaydı Nissen. Altı yıl boyunca İstanbul Tıp’ın yolculuğuna katkıda bulundu. Türkiye’den ayrıldıktan 9 yıl sonra Einstein’ı ameliyat etti.
Buradaki “zamansız” hikâyeler de böyle.
Besso’dan Einstein’e, ondan en son Berlin’de görüştüğü Freud’a, ondan İspanyol Gribi’nde kaybettiği kızına, Klimt’e ya da Einstein’dan Nissen’e, oradan İstanbul Tıp’a, Charite’ye ve derken Corona’ya uğrayan bir seyahat işte. Salgınlara, hastalıklara, yıkımlara, rastlantılara, ilişkilere, öncülüklere, bir o yüzyıla bir bu yüzyıla, elbet bazen bu topraklara da uzanan bir zaman yolculuğu.
Kimi zaman koşarak, kimi zaman düşerek, çoğu zaman şaşarak. Şunu da söylemeliyim: Tarih, tarihte kalmıyor. Bilgiler değişiyor, ezberler bozuluyor, yorumlar çeşitleniyor, anlatılar farklılaşabiliyor ve olmuş bitmiş, donmuş, bazen örtülmüş, gizlenmiş sanılan olaylar ile ölmüş gitmiş denen insanların canlı olduklarını, hareket ettiklerini, zaman zaman itiraz da ettiklerini görüyoruz.
Açıkçası, bugünden bakışımız ve elbette hangi zaviyeden baktığımız, geçmişi yeniden kuruyor. Bugünden kurduğumuzu sandığımız geleceğe dair tasavvurların, planların, hesapların, niyetlerin, hayallerin de esas şimdiki zamanı biçimlendirmesi gibi.
Buradaki “yaşanmış hayat ve salgın hikâyeleri” sınırların, milliyetlerin, kuşakların ötesinde bir diğerimize nasıl “bağlı” olduğumuzu da anlatıyor. Bağımlılık; itaat, biat, sadakat manasından ziyade, birbirimizin ille mukadder olmayan kaderini de iyi veya kötü belirlediği için. Küresel bir felâkette bile enternasyonal dayanışma ve paylaşımı idrak edemeyip kafeslerini tahkim edenlere karşı. Elbette, insan hayatı ve o hayatın daha adil olabilmesi için mücadele etmiş ve eden herkese saygıyla…
Corona Çağı’nda “ön cephe”de ve her cephede mücadele ederken kaybettiklerimizin ve her ülkeden her yaştan tüm kayıpların da anısına. Aynı umutla aynı mekanda sağlıklarını arayan Karl Marx, Sigmund Freud ve Mustafa Kemal’le aynı “öykü”de uluşabileceğiniz bir kitap. Umarım bu salgın tahminimden de önce biter ve kayıplarımızın acısı kadar, gelecek salgınların uyarısını ve aklını da bırakır hepimize.